Kategori arşivi: Beğendiklerim

Bu bölümde eğitimlerimde konuyu pekiştirmek için kullandığım herbirinin içinde binbir mesaj gizli olan beğendiğim hikayeleri paylaşacağım.
Eğitim girişlerinde ve eğitim içinde pekiştiriciler eğitilenlerin konuyu anlamalarında kritik önem taşır. Sadece kitap diliyle konuları anlatmanız sizi sadece sesli bir kitap haline getirir. Eğitim içeriğinde, eğitilenler kendilerinden, hayatlarından birşeyler bulurlarsa eğitimi anlamak ve özümsemek için daha çok çaba sarf edecek ve eğitimin etkinliği de artacaktır. Hikayelerin dışında, eğitsel oyunlar da eğitimin etkinliğini arttırır.
Faydalı olması dileğiyle,
Gülbeniz AKDUMAN

Bakış Açısı

Yıllar önce, bir ayakkabı şirketinin sahibi pazar araştırması yapmak üzere Afrika’ya aralıklı olarak iki pazarlamacı gönderdi.

Birinci pazarlamacı araştırmasını bitirdikten sonra patronunu arayıp şöyle dedi: “Burada bizim için hiçbir fırsat yok, çünkü hiç kimse ayakkabı giymiyor.”

Birkaç ay sonra giden ikinci pazarlamacı ise patronunu arayıp heyecanla “Afrika’da inanılmaz fırsatlar var. Burada hiç kimsenin ayakkabısı yok!” dedi.

“Herkes aynı şeyi düşünüyorsa, hiç kimse birşey düşünmüyor demektir.”

 

Tersten Yaşamak

CAN YÜCEL’DEN TERSTEN YAŞAMAK…

 

Süphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel hatta mükemmel olurdu. Nasıl mı ?

Cami’de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes karsınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette. Tabuttan doğruluyorsunuz,yaslı,olgun ve ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda,büyük bir itibar,iltifatlar,çocuklar torunlar hepsi hazır.

Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev… Altmışlı yaslara kadar her şey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor. Kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve ise ilk başladığınız gün size hoşgeldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. Ve Genel Müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak ise başlıyorsunuz. Herkes karsınızda elpençe divan…

Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor, gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz. iğer hormonal Aktiviteler artıyor, fevkalade…..Aman ne güzel günler başlıyor…Derken birgün patron size artik üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada Babanız ortaya çıkmış,’fazla çalıştın’ diyor ‘artik eve don,isi bırak,okumaya basla,harçlığın benden olsun…’

Keyfe bakar mısınız ? Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden su golden bir donem başlıyor. Partiler, Diskotekler, Kızların sayısı artıyor. Derken Anne ve Babanız sizi oturup getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artik…Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, ‘ev! de otur, keyfine bak,oyuncaklarınla oyna’ diyorlar… Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.

Derken Anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artik her yerde, her an ve en taze seklinde hazır.

Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı ağmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor sıcacık yumuşacık ! Gürültüsüz ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.

Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz. Veee günün birinde müthiş keyifli bir gece ile hayatiniz bitiyor….

Sözler

HAYATTA İKİ ŞEY GERİ ALINMAZ!

Hayatta geri alınamayacak iki önemli şeyden biri zaman diğeri de söylenen sözdür .. Aşağıdaki anekdot bu iki değeri bir arada ifade ediyor ..

Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı.
Uyku sersemi adam telefonu açtı.
Telefondaki ses annesine aitti.
Telaşlandı, korktu başlarına bir şey mi gelmişti?
Annesi ‘nasılsın oğlum iyi misin’ diye sordu.
Oğlu şaşkın bir ifadeyle ‘iyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu siz iyi misiniz?’ dedi.
Annesi ‘biz iyiyiz bir şeyimiz yok sadece sesini duymak istedim’ dedi.
Oğlu da ‘anne bunun için mi aradın saat sabahın üç buçuğu yarın da konuşabilirdik’ deyince annesi de ‘rahatsız mı ettim oğlum?’ dedi.
Oğlu ‘evet anne rahatsız ettin’ deyince annesi
’30 sene önce sen de beni bu saatte rahatsız etmiştin, doğum günün kutlu olsun…

Mutluluk Tablosu

MUTLULUK TABLOSU

 

Evini parti sonrasında temizlemek için çok uğraşıyorsan

Bir çok arkadaşın var demektir

Faturalarını ödeyebiliyorsan

Bir işin var demektir.

Pantolonun biraz sıkıyorsa

Aç kalmıyorsun demektir.

Gölgen seni izliyorsa

Güneş ışığını görüyorsun demektir.

Otobüsten indiğin yerden işyerine yolu uzun buluyorsan

Yürüyebiliyorsun demektir

Hükümet hakkında eleştiri yapabiliyorsan

Konuşma özgürlüğün var demektir

Yanındaki adamin sesinden rahatsız oluyorsan

Duyuyorsun demektir.

Camları silmen , çatıyı onarman gerekiyorsa

bir evde yasiyorsun demektir

Doğalgaz faturan yüklü geliyorsa

Isınıyorsun demektir

Yığınla yıkanacak ve ütülenecek çamaşırların varsa

Yığınla giyeceğin var demektir

Çalar saatin sabahın köründe çalıyorsa

Yaşıyorsun demektir

Aksamları kendini yorgun hissediyor ve bacakların ağrıyorsa

O gün üretici olmuşsun demektir

VE TÜM BUNLARIN FARKINA VARABİLİYORSAN!

MUTLUSUN DEMEKTİR

Anne olmak

Bütün annelere…

Ben  anne olmasaydım eğer..

>Topuksuz ayakkabılarla da şık  olunabileceğini bilmeyecektim.
 

>Hamileliğim  esnasında 80’li kilolara kadar çıkıp kendi çapımda ilk defa bir alanda rekorumu  kıramayacaktım.
 

>O  küçücük ellerle renkli kartonlardan yapılmış bir kâğıt parçasının bu kadar  değerli olabileceğini öğrenemeyecektim.
 

>Kan  yapsın diye danadili haşlayıp üzerine yumurta kırıp ağzının tadına da uysun diye  çikolatalı pudingle karıştırmak gibi yaratıcılığın sınırlarını zorlayan tarifler  keşfedemeyecektim hiç.
 

>Su  almak için elimde kumanda ile buzdolabını açtığımda kumandayı buzdolabına  koyacak kadar ya da evden çıkarken telsiz telefonu çantama atacak kadar  kendimden geçmeyecektim.
 

>Birinin  canı yandığında ötekinin bu acıyı hissedebilmesinin sadece ikiz kardeşlerde  olduğunu sanacaktım.
 

>Sabahın  köründe gözü kapalı mutfağa kadar gidip, süt ısıtıp yine gözü kapalı dönme  yeteneğini kazanamayacaktım.
 

>Üzümün  çekirdeklerini tek tek çıkarmak için insanüstü bir uğraşa asla  girmeyecektim.
 

>Bir  insanın gaz çıkarması beni bu kadar mutlu  edemeyecekti.
 

>Büyüdüğünde  arkadaşlarınla birlikte partilerde Süper Anne olarak eğlenmeyi hayal  edemeyecektim.
 

>Babanla  belki daha az kavga edecek ama sevginin evlat denilen başka bir boyutuna  giremeyecektik.
 

>Sevginin  böylesine karşılıksız olanını hiç  tadamayacaktım.
 

>Annemi  bu kadar çok sevdiğimi anlamayacaktım.
 

>Annesinden  zorla ayırdılar diye “Uçan Fil Dumbo!” çizgi filminde böğürerek  ağlamayacaktım.
 

>Geceleri  kesintisiz uyuyacak, hafta sonunda sabahları istediğim saatte kalkacaktım ama  uyandığımda yanağıma konmuş minik ellerin sıcaklığı ısıtmayacaktı  yüreğimi.
 

>Çantamda  sürekli bisküvi, ıslak mendil, bir adet oyuncak, düşer bir yerin kanar diye  ayıcıklı yara bandı taşımayacaktım.
 

>Acıyı  geçiren öpücüğün gücüne inanmayacaktım.
 

>38,5  derece ateş beni de yakıp kavurmayacaktı.
 

>Yağmur  sonrası çamurlu sularda zıplamanın keyfine varamayacak, sen bir lokma daha fazla  yiyesin diye kalabalığın ortasında kafamda peçete dansı  yapmayacaktım.
 

>Sen  olmasaydın eğer yaşamın karmaşıklığını unutup tekrar basit yaşamayı  öğrenemeyecektim.

>Sen  olmasaydın eğer ben asla “anne”  olmayacaktım.
 

>Bir  çocuk doğduğu anda, bir anne doğarmış… Bu lafın doğruluğuna  inanmayacaktım!

 

Canım oğlum seni çok seviyorum…

Hayatın Anahtarları…

Bir İngiliz gazetesinin açmış olduğu yarışmada okuyuculara şu soru soruldu: “Yeryüzündeki en mutlu insan kimdir?”

Gelen cevaplardan dört tanesi ödül aldı.

  • İyi yapılmış bir işten sonra ıslık çalan bir sanatkâr,
  • Kumda şatolar yapan küçük bir çocuk,
  • Yoğun bir iş gününden sonra bebeğine banyo yaptıran bir anne,
  • Güç ve tehlikeli bir ameliyattan sonra bir insan hayatı kurtaran doktor.

Ödül alan cevaplar arasında ne mevki, ne para, ne de mal-mülk bulunuyordu. Bu cevaplar aslında mutluluğun yanı başımızda ve herkes için geçerli olduğunu anlatıyordu.

Başlıca hayal kırıklıklarımız, mutluluğa ulaşmak için bütün gücümüzle verdiğimiz mücadeleden sonra onu elde edemeyişimizden doğar.  En büyük sevinçleri hiç beklemediğimiz anda karşımıza çıkan güzel şeyler bize yaşatır. Biz çoğu zaman bu çeşit sevinçleri, mutlu düşüncelerimizi bir tesadüf veya şansa bağlarız. Fakat olanların, daima daha iyi bir izah şekli vardır.

Ummadığımız bir mutluluk bizi kapladığı anda duymakta olduğumuz sevincin, geçmişimizde olmuş fakat unutulmuş veya şuur altına atılmış bir olayla ilgili olduğunu fark etmişizdir. Yeterli derecede açık kapı bırakın, mutluluk siz farkında olmadan hayatınıza girecektir.

Bu kapılar: Başkalarıyla ilgilenmek, yoksullara yardım etmek, ümitsizlere cesaret vermek, geçici olarak itibarını kaybetmiş olanlarla arkadaşlık etmek, sizden düşük durumda olanları küçümsememek… Ve sizin bulacağınız daha nice kapılar…

James T. Mangan

Simurg Efsanesi

Kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı’nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürlermiş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir kuş tüyü bulmuş. Simurg’un hala var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte ona giderek yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar, uçmaktan vazgeçenler, umudunu kaybedenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp, papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş uçamamasını, kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış, baykuş yıkıntıları özlemiş, balıkçıl kuşu bataklığını… Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve Nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen altıncı vadi “şaşkınlık”, yedinci vadi “yok oluş”ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş. Kaf Dağı’na vardıklarında geriye sadece otuz kuş kalmış.

Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki; “Simurg Anka- Otuz Kuş” demekmiş. Her güçlüğe dayanıp uçmaktan ve direnmekten vazgeçmeyen,yedi vadiyi aşıp geçebilen her kuş aslında Simurg kuşuymuş.

Simurg Anka’yı yani çözümün bize gelmesini beklemekten vazgeçerek, her şeyi göze alıp “şaşkınlık” ve “yok oluşu” da yaşadıktan sonra bile direnmeyi, uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için ateşe atıp kendimizi yakmadıkça balıkçıl kuşu gibi bataklığımızda, baykuş gibi tüneklerimizde ve papağan gibi kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayız.

Her birinizin bir Simurg olması dileğimle…

 

Özgüven

 

Gazetelere yansıyan bir haber dikkat çekti: İngiltere’de 5 aylık ve sadece 770 gr. doğmasına rağmen doktorlara inat hayatta tutunmayı başaran küçük  Rachael’in haberi bu. Hastanede 4 ay erken doğum yapan Carolyn Elliott’a (36) doktorlar “Bebeğiniz sadece 20 dakika yaşar. O da hayat destek ünitesiyle. Sonra büyük ihtimalle ölür, istiyorsanız kızınıza son bir kere bakın!” der. Avuç içi kadar minik Rachael’in yanma giden anne kızını makineden çıkartıp kucağına alır, göğsüne yaslar. Bebek birden ağlamaya başlayınca ana-babası Rachael’in hayatta kalacağı yönünde ümitlenir. Haber ajanslara şu şekilde bildirilir: “İngiliz doktorların Sadece 20 dakika yaşar’ dediği, dünyaya gözlerini 4 ay erken açan bebek, annesi kucağına alınca mucizevî şekilde hayat mücadelesini kazandı.”

Bu aslında halk arasında yaygın olan “Bebeği kucağa almayın, alışır” şeklindeki yaklaşımın ilmî gerçeklere aykırı olduğunun, aksine kucağa alınan bebeğin huzur bulduğunun, anne-bebek arasındaki bağı güçlendirdiğinin göstergesidir. Onun için doğumdan hemen sonra anne ve bebeğin ayrı kalmalarının bebeğin gelişimini ve annenin davranışını olumsuz etkilediğini bilmek gerekir. Emzirme ve kucağa alma, annenin bebeğiyle yakın ve sevgi dolu bir ilişki kurmasına yardım eder. Uygun ve ideal olan, bebeğin an¬nesiyle aynı odada beraber kalmasıdır. Aile-bebek arasındaki psikolojik bağın oluşmasında dokunma, kucağa alma ve sevgi çok önemlidir. Anne kucağı bebeğin ağlamasını ve huzursuz olmasını önler. Annenin çocuğa bağlanması onun hayatta kalabilmesi için de en temel ihtiyaçlardandır. Hatta bununla ilgili bir hadise anlatılır:

Şehrin en modern kreşine bebeğiyle gelen genç kadın, masasının üzerindeki süslü yazıdan müdür olduğu anlaşılan adama “Çocuğumu buraya vermek istiyorum!” dedi, “Duyduğuma göre en bilimsel bakım sizinkiymiş!” Müdür hafifçe kasılarak “Doğru duymuşsunuz!” dedi, “Baştan sona herşeyimiz öyledir!” Genç kadın duyduklarından çok mutlu olmuştu. Bebeği göstererek “Bilimsellik gerçekten de güzel şey!” dedi, “Bu haylazı uslandırır inşallah!” Müdür annesinin kucağında kıpırdanan yavruya göz gezdirip “Kız herhalde, öyle değil mi?” dedi, “Yaşı da 1.5-2 olmalı!” Kadın atıldı: “Evet evet, tam üstüne bastınız! Akıllanmaya başladığı için fazla ilgi bekliyor. Sosyal bir insanım, eve bağlanmak mahvetti beni!” Müdür bazı evraklar çıkartarak “Anlaşmayı aylık dönemler hâlinde yapıyoruz!” dedi, “Bu daha bilimsel oluyor. Ücreti de peşin vermeli, kâğıtta yazılan şartları kabul etmelisiniz!” Genç kadın adamın uzattığı kâğıdı inceleyip “Para önemli değil!” dedi, “Hemen takdim ederim. Fakat en alt satırı anlamadım!” Adam koltuğundan doğrularak “Haa! Evet, o çok önemli!” dedi, “Bir giyim eşyanızı istiyoruz. Kazak veya hırkanız olabilir!” “Hırka mı?” diye afalladı kadın, “O da nereden çıktı?” Müdür büyük ciddiyetle “Sadece bilimsel bir netice efendim!” dedi, “Sadece bilimsel! Uyurken bebeklere onları örtüyoruz. Anne kucağı gibi oluyor da…”

Bana söyler misiniz, anne şefkatini hangi kurum sağlayabilir ki? Yetim kavramının esprisi de bu sevgi fenomeninin yokluğundan başkası değil mi? Kucağa alınan ve okşanıp sevilen çocukların sevilmeyen çocuklara oranla gelişmeleri çok daha hızlı olduğunu yapılan araştırmalar göstermiştir. Bu sebeple çocuk anne kucağına, annenin sevgisine, okşayışına bir gıda kadar ihtiyaç duyar. Bu şekilde özgüven duygusu gelişir. Güven duygusu çocuk için en büyük dayanaktır.

Kendini güvende hissetmeyen hiç-kimse kendini özgür görme hakkına da sahip olamaz. Çocuk bu güveni, en zayıf olduğu bebeklik yaşında anne kucağından başka yerde bulamaz. Güvenlik çocukta olduğu gibi, yetişkinde de psikolojik ihtiyaçtır. Çocuk olsun, büyük olsun; güvencede olmayanlar yetersizlik yüzünden kendilerini rahat hissedemezler. Herkes korkulanı yenecek bir güce dayanma ihtiyacı duyar.

Yeni psikolojinin kurucularından Maslov çocuğun bu yanını gündeme getirerek özgür davranış gösterme ve sağlıklı gelişme için güvenlik ihtiyacının mutlaka giderilmesinin gereğine işaretle bir ilkeyi ortaya koyar: “Ancak kendini güvende hisseden bir bebek sağlıklı çelişmeye açık olacaktır. Güvenlik ihtiyacının giderilmesi şarttır. Giderilmeyen güvenlik ihtiyaçları her zaman içten içe doyurulmak için diretecek ve ilerlemeye engel olacaktır.”

Özgür olmanın temelinde güvenlik ve kendini güvende hissetme vardır. Çocuğun en güvende olduğu yer de anne kucağıdır. İşte bu safhada ana-babaya düşen görev büyüktür. Ana-baba güven ortamım çocuğun yeteneklerini köreltmeden, belli kalıplara sokmadan ve yönlendirmeden hazırlamalıdır. Çocuğun sevgiye doymuş bu güveni aile ortamının dışında bulması imkânsızdır. Anne şefkati/sevgisi, çocuk için en büyük ihtiyaç ve güveni sağlayan psikolojik bağdır. Bu bağ ancak sağlıklı aile ortamında oluşturulabilir. Dünyanın  en iyi eğitimcisi bile anne kadar şefkatli olamaz. En iyi kurum anne kucağı kadar çocuğu güvende hissettiremez.

 

Başarısızlık ve büyük zararlara rağmen hayata güvenlerini sonuna kadar saklayabilen iyimser insanlar, iyi bir anne tarafından büyütülmüş olanlardır. Andre Maorois

 

Özgüven sahibi affeder, korkak ise kin besler…

Davranış

Japonlar’ın  çay bardakları çok ince, küçük ve narindir. Kırılmaya müsait şekilde zariftir. Bunu merak eden öğrencilerinden biri eğitmenine sordu:

“Hocam! Neden Japonlar bardaklarını çok ince ve kolayca kırılacak yapıda yapı­yorlar? Bu saçmalık değil mi, neden daha kalın ve sağlam yapmıyorlar?” Bu sözleri duyan eğitmen şöyle cevap verdi: “Önemli olan bardakların ince ve kırılgan olması değil, Japonlar’ın o bardakları na­sıl tuttuktarıdır. İşte bilmediğin nokta bu­rası!” Evet; insanlar bu çok narin, kırılgan çay bardakları gibidirler. İnsan ruhu ko­layca incinip kırılabilir. Bu sebeple onlara davranış tarzımız büyük önem taşır.

Hayattaki Seçimleriniz

Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner. Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir. Herkes bir bardak secince, profesör şöyle söyler:

‘Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında. Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. Hepinizin aslında istediği kahveydi,  bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.

 

Şunu bir düşünün: Hayat kahvedir. İş, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayatı tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yaşadığımız hayatın kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de. Bazen sadece bardağa odaklanarak Tanrının sunduğu kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz. Kahvenizin tadına varın! En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece  her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar. Basit yaşayın. Cömertçe sevin. Birbirinize derinden itina gösterin. Nazik olun…